Kategori arşivi: K.F.D| Karakterler

Kusursuza erişmek | |Bölüm III Daphne Bridgerton

Shonda Rhimes’ın, Julia Quinn’in aynı isimli serisinden uyarladığı Bridgerton gösterime girdiği andan itibaren büyük ilgi uyandırdı. Hakkında olumlu ve olumsuz binlerce yorum yapılan dizi en çok Regency dönemi ve siyahilerin aristokrasideki yeriyle alakalı eleştirilerle ön plana çıkmıştı.

Thor’u siyahi yapan Netflix’in, Regency İngiltere’sini alt-üst etmesi benim için çok büyük bir sorun değildi zira bekliyordum, hatta böyle bir hamle yapmamaları benim için ilginç olurdu fakat dönemin gündemi bilhassa günümüz İngiliz Kraliyet Ailesinin yaşadığı çalkantılar da söz konusu olunca durum bir hayli ilgi çekti ve eleştirelere sebep oldu fakat konumuz bunlar, dizi ve gerçek hayat arasındaki uçurum değil. Yaratılmak istenilen alternatif ülke ve krallığa saygı duymakla birlikte ,bunu diğer detaylar söz konusu olduğunda pek de önemsemiyorum.

Dizi Daphne Bridgerton’ın, Kraliçe’nin karşısına çıkmasıyla başlıyor. Dönem adı verilen ve genç kızların, kendilerine eş buldukları bir zaman diliminin başlangıcında yapılan bir gelenek. – Durumu yanlış anlamış/ yanlış yorumlamış olabilirim –

Dizi boyunca sizi boğan bir ayrıntı var. Bir kadın, belli bir yaşa geldiyse evlenmek zorunda. Bu sıkça dile getiriliyor, gerçi çok fazla tekrar edilmesine de gerek yok; biliyoruz, çoğumuz aynı baskıyı hala yaşıyoruz. Bu öyle kesin bir yargı ki bir süre sonra göğsünüzün ortasını mesken edinmiş filin ayaklarıyla kemiklerinizi un ufak ettiğini bile hissedebiliyorsunuz. Zaman ve mekan farketmeksizin, ataerkinin doğuşundan itibaren varlığını sürdüren bir yargı bu; kadını zaptetmek için onu evlendirmek gerekir. Başında bir erkek.

(Bu görüşü uç boyutlara taşıyan deyişler de var. “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin!” gibi.)

Yetişkin sayılabilecek yaşa geldikten sonra bir rolden diğerine geçiş yapmak gerekiyor; X’in kızı, Y’nin kardeşi belli bir zaman sonra Z’nin karısı olmak zorundalığı hissediyor. Hissettiriliyor, evlenmeyen – doğru kişiyle karşılaşmayan ya da basitçe evlenmek istemeyen her kadın aynı etiketi üzerinde taşıyor. “Evde Kalmış”, “Kız Kurusu” dönem romanlarında “Duvar çiçeği (Wallflower)”

Bana bunun geçmişte kaldığını, son dönemdeki kadın uyanışıyla bu gibi etiketlerin de rafa kalktığını söyleyebilirsiniz, ben de büyük ölçüde böyle düşünüyordum. En azından yeni neslin kendini böyle adlandırmadığını, adlandırmayacağını umuyordum fakat etkileşimde olduğum birkaç kişinin içine düştüğü boşluğu anlatırken evlenememekten, doğru kişiye rastlayamadıklarından yakınırken kullandıkları “Evde kaldım” cümlesi beni konu hakkında daha uzun düşünmem gerektiği yargısına itti.

Zira biz düşüncelerimizi, yaşam tarzımızı değiştirebiliyoruz fakat kültür baki kalıyor ve kültür değişmedikçe, düşünce tarzımızı değiştirmemiz yalnızca belli bir ölçüde fayda sağlıyor. Dizi bize “evlenmek zorunda” olan genç kadın profilleri sunuyor, bu yalnızca Daphne ile sınırlı değil. Kadının zaman içinde uğradığı tüm haksızlıkları aynı anda görebileceğimiz geniş bir haksızlık yelpazesine sahip diyebiliriz.

Bekarken – evet, bu dönem romanları için belirtilmesi gereken bir ayrıntı zira bir kadın evlendiğinde diğerlerine duyurmamak kaydıyla kocası dışında erkeklerle birlikte olabiliyor. – bir erkekle cinsel ilişki yaşadığı için fahişe olarak isimlendirilen kadınlar. – İkinci kısım ülkemiz ve birçok ülke için geçerliliğini sürdürüyor. – Görünüşünü bir silah olarak kullanıp hemcinslerini ezen kadınlar. Aile baskısıyle evlenmek istemedikleri halde, eş aramak zorunda kalan kadınlar. Görünüşü yüzünden ötelenen kadınlar. Küçük yaştan itibaren evlilik fikriyle büyütülen genç kadınlar/ çocuklar.

Ve tek bir ortak amaç; Evlilik.

Kadınlar yüzyıllardır değişmez bir şekilde evlenmek zorunda hissettiriliyor. Hepimiz böyle hissediyoruz, demiyorum elbette fakat dünyanın neresinde olursa olsun, yaşayan her kadın en az bir kere evlilik hakkındaki düşünceleri yüzünden yargılanıyor. Evliliği ister desteklesin, isterse karşı çıksın bu hiç sekmiyor.

Diziye dönersek; Daphne bir şekilde Simon’la evleniyor. Bilin bakalım çevredekiler bu sefer ne sormaya başlıyorlar? Yazıyı okuyan her kadın – hatta her erkek – soruyu biliyor değil mi?

Çocuk.

Bu kısmı tamamen şahsi düşüncelerime ayıracağım zira yıllardır beni “Ne zaman evleneceksin?” sorusundan daha çok sinirlendiren tek soru budur , başı – sonu düşünülmeden, düşüncesizce hatta bencilce bir ihtirasla sorulan bu soruyu ne zaman duysam -bana yöneltilmese bile – aynı şekilde irkiliyor, aynı sertlikte tepki veriyorum.
Bu öyle bir çukur ki çocuk yapmayan çiftlerden kadın olan taraf eninde sonunda mutlaka ama bakın mutlaka “meyve vermemekle”, kusurlu olmakla suçlanıyor zira kültürde sonsuz bir döl ırmağı olarak görülen erkeğin “kusurlu” olması – ki bir sağlık sorununu kusur olarak görmek ataerkil görüşe ait bir şeydir. – mümkün değil ve yine aynı sebeplerden tüm eleştiri okları kadına çevriliyor.( Sinemamızda bu soruna yönelmiş birkaç film bulmak bile mümkün, benim aklıma ilk gelen Fatma Girik’in başrolü üstlendiği Kuma filmi. )

Bizlere romantik olarak servis edilen dizi; önümüze birkaç sorunu açık ve seçik bir şekilde koyuyor aslına bakarsak. Kadınlar yüzyıllardan beri belli birkaç görev için toplumda yaşamlarını sürdürüyorlar.

* İyi bir koca bulmak /Evlenmek.
* İyi bir kadın olmak. – Ki bunu kocasının her isteğine boyun eğen, toplum kurallarına göre yaşayan bir kadın olarak tanımlayabiliriz. Zira itaat kelimesi en eski yeminlerde bile kendine yer bulmuştur.
* Çocuk yapmak ve çocuklarına bakmak / Erkeğin soyunu yürütmesine araç olmak.

Sonuç olarak Daphne Bridgerton aşık olduğu adamla evleniyor, çocuk da yapıyor( Bu kısım hakkında uzun uzadıya konuşacağım birkaç şey var fakat bunu İdeal Erkek Karakter serisinde yapacağım) fakat hiçbir mutlu son toplumdaki çatlakları kapatamıyor.

İdeal Erkek Karakter | Bölüm I

Pandeminin hepimizi evlere hapsettiği şu son dönemde, televizyonla en alakası olmayanımız bile meşhur aptal kutusuna bir selam vermek zorunda kaldı. Zira insan izlemiyor olsa bile evde ses istiyor ve hiç kuşkusuz televizyon yalnızlığın sessizliğini dağıtmak için en kullanışlı aletlerden biri. Doctor Foster isimli diziden uyarlanan Sadakatsiz ise son dönemin en çok konuşulan dizilerinden diyebiliriz. Takip edebildiğim kadarıyla – berbat bir televizyon izleyicisi olduğumu belirtmek isterim – fena da ilerlemiyor. Belli başlı sahneler bizim dizi süresi standartlarımız için gereğinden fazla uzatılsa da, kanal değiştirtmiyor. Konum bu değil, ben dizinin ana erkek karakteri olan Volkan hakkında konuşmak istiyorum zira Volkan’a her bakışımda ataerkil kültürün iyice kontrolden çıkmasıyla oluşan erkek profilini görüyorum.

Dizide anlatıldığı – ya da benim takip ettiğim- kadarıyla Volkan evlilik hayatları boyunca eşinin gölgesinde kaldığını hissetmiş, kafasında yarattığı bu gölgede gizli gizli kadından nefret eden bir adam. – ki bu hiç önemli değil – Karısını düzenli bir şekilde aldatıyor ve sevgilisinin yanından evine her dönüşünde karısını ona sonsuz bir güven ve aşkla bakar halde bulunca durumdan haz alıyor. Yarattığı diğer evrende, başka bir kadının gözünde çok daha yüce. Bir kadınla eşit olmayı, eş olmayı seçmek yerine başka bir kadının toyluğunu, ilk hevesini kullanıp bu hislerle kendini yüceltiyor.

Her neyse, sonra olaylar ortaya çıkıyor ve eşiyle ayrılıyorlar vs vs. Dizi ya da karakter yorumlama olayına girmeyeceğim. Değinmek istediğim nokta, Volkan karakterinin boşanmadan sonra takındığı tavır; Volkan, boşandığı kadını sahiplenmekte bir sakınca görmüyor ve bu da kadının yanında gördüğü herkese ölçüsüz bir öfkeyle yaklaşıp, özel alanını işgal etmesini, boşanmayı “başka bir kadınla legal olarak birlikte olabilmek fakat eski eşin hala ona -sadece ona- ait olması şeklinde anladığını gösteriyor. Ağzından “Karım” hitabını sıkça duyuyoruz, “Eski karın” diye düzelten herkese öfkeleniyor ve işleri daha da çirkinleştiriyor. Zira Asya, boşanmış olmalarına rağmen onun malı. Tekvin’de işaret ettiği gibi “… ve arzun kocana ait olacak , o da sana hakim olacaktır.” ( 3:16-17;abç) Biz son bir ekleme yapalım. Sonsuza dek.

Volkan’ın mantığı boşandıklarını kabul etmiyor gibi, kadın hala ona ait. Kadının evi, bedeni, her şey ona ait. Ondan nefret ediyor, yine de sahipleniyor zira o, adamın malı. Diziden uzaklaşalım, kanal değiştirelim ya da twitter’a girelim. Herhangi bir haber kanalına ya da kanalın/gazetenin sosyal medya sayfasına, karşınıza kaç kadın cinayeti haberi çıkıyor? En az 2-3, bazen daha fazla. Öfkeli eski sevgilileri, kıskançlığına yenik düşmüş eski kocaları okuyoruz. “Tahrik etti” diyorlar, “Kanıma dokundu“, “Aşıktım, kıskandım, kendime engel olamadım.” – Vahşetin ısrarlı bir şekilde romantize edilmesini, gazetelerde ya da televizyonda ısrarla “Kıskançlık Cinayeti” “Kıskanç Koca vs” başıklar görüp duymamız başka bir yazının konusu –

Benim takıldığım nokta, erkeklerin kent devletleri -tahmini – ortaya çıkmaya başladığından bu yana sürdükleri ısrarcı “Ben her şeyin sahibiyim, ben Tanrı’nın lütfunu taşıyanım, her şey bana hak” tavırları. Volkan’ın takındığı tavır da bu anlayışın bir türevi. Bir kadından ayrılabilirim, başka bir kadınla evlenebilirim ama ayrıldığım kadın hala benim kurallarıma göre hareket etmeli, benim canımı sıkacak hiçbir şey yapmamalı. Zira o benim hakimiyetim altına verildi, benim tohumumu doğurdu. Kendini sonsuza dek bana ait kıldı. Sadakati benim, bedeni benim, zihni benim.

Bu sadece dizi karakterlerinde karşımıza çıkmıyor. Hayatımızın her anında böyle adamlarla karşı karşıya gelebiliyoruz. Belki de onlardan biriyle birlikteyiz ya da yan komşumuz – her gün kapıdan çıkarken selam verdiğimiz o güler yüzlü adam- onlardan biri ya da belki şu an bunu okuyan siz, siz de onlardan birisiniz. İçinize derinizin altına nakşedilen kutsal tohum taşıyıcılığı sizi gizlice zehirliyor. Siz, tarlaları sürmek için gönderilensiniz. Siz “Allah’ın Oğulları'”ndan biri, bizlerse İnsan Kızları’yız. [Tekvin] Yüzyıllardır binlerce şekil değiştirmiş efendi-köle ilişkisinin son evriminden sonra iyice içe, derine gömüşmüş ilkel yanınız ufak ufak fısıldıyor, kim bilir? Tehlikeli yan şu ki, bazen çok geç olana kadar köklerimizden getirdiklerimizin pek farkında olmuyoruz. Aniden ortaya çıkıveriyorlar. Pek tüm bunların arkasında ne var ?

Erkekler mantar gibi yerden bitmediklerine, son zamanlarda sıkça onlar tarafından zulme uğrayan kadınlar tarafından ve onlarla aynı yoldan meydana geldiklerine göre, tam olarak hangi aşamada canavar içlerine yerleşiyor?

Tekvin’in Çıkış bölümünde “Komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine,yahut öküzüne, yahut eşeğine…tamah etmeyeceksin.” deniyor. Kutsal kitaplarda kadın çoğunlukla “Tarla” olarak adlandırılıyor. “Kadınlar sizin tarlanızdır, tarlalarınızı dilediğiniz gibi ekin.” Günlük dilde karşımıza sıkça, erkeği yücelten kadını ise “Erkek adam ağlamaz”‘lar ya da “Karı gibi ağlama”‘lar. “Uslu kız ol.” “Kız çocukları akşam ezanından sonra eve girmez.” “Göster oğlum amcalara” “”Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” “Kızını dövmeyen dizini döver” vd. deyişler çıkıyor. Çocuklarımızı cinsiyet kurallarına sıkı sıkıya bağlı kalarak yetiştiriyor. Hiçbir şeyden anlamadıklarını düşünerek onlar yanımızdayken içimizden geldiği gibi konuşuyoruz. Komşumuzun mahalle kurallarına uymayan hallerini eleştiriyor, falancanın kızının etek boyundan uzun uzadıya bahsediyoruz. Arka planda sessce oynayan çocuk umrumuzda değil zira bizi anlamıyor.
Hata. Ah ne büyük hata. Çocuğun zihnindeki sünger söylenen her şeyi emerken bir yandan da özenle bilinçaltına nakşediyor. Konumuzla ilintili durumlarda çocuğun zihni şöyle diyebiliyor; kadın öyle düşmüş bir varlık ki sadece erkekleri değil, kendi türdeşlerini bile utandırabiliyor. Ona sahip çıkmalı, ona hükmetmeliyim. Peki bunun bizi sürüklediği yer neresi?

Demosthenes,
“Zevklerimiz için Hetairalarımız, günlük ihtiyaçlarımız için
cariyelerimiz ve bize meşru çocuklar verip, ev işlerini yapmak için
karılarımız var,
” diyor.

Demosthenes M.Ö 384’de yaşamış, 2021 yılındayız. İnsanlar değişiyor, teknoloji gelişiyor fakat zihniyet, zihniyet hala aynı. Zihniyet hala “boşanmayı”, “bağları koparmayı” doğru bir şekilde algılayamıyor. Kadınlar, boşandıkları erkekler tarafından – bu bir genelleme değildir. – kısıtlanmaya, taciz edilmeye devam ediyorlar. Çünkü zihnin evrimi özgürlük konusunda takılmış kalmış.

Sadakatsiz dizisindeki Volkan karakteri bu durumun en belirgin örneklerinden biri ve ne yazık ki onu kınayan çoğu insan, dışarıda böyle bir durumla karşılaştığında “Ah” diyor “Eski karısını sevdiğini anladı.” “Ah, hala aşık” “Çocuğuna ve çocuğunun annesine sahip çıkıyor.”

Hayır. Bize sahip çıkmak zorunda değilsiniz.

Yapılan şey sevgi değil, sevgi böyle bir şey değil. Sevgi kısıtlamak, kurallar koymak, yaşam alanını işgal etmek değil. Ait olmak – Sahip olmak karmaşası değil. Sevgi şiddete meyilli değil.

Yazıyı Nazım Hikmet’ten çok sevdiğim bir alıntıyla bitireyim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine

Aşk – Hayal Kırıklığı bağında Beklenti Üzerine |AG – Shadow Moon & Laura Moon

“Sana söylemediler mi?” Sesi sakin ve duygusuzdu. “Karın, kocamın aleti ağzındayken öldü Gölge.”
Neil Gaiman’ın Amerikan Tanrıları isimli kitabında Shadow Moon, Türkçe karşılığıyla Gölge karısının onu aldattığını böyle öğreniyordu. Onun için girdiği cezaevinden çıktıktan, ölüm haberiyle sarsılıp, ölümüne kendince binlerce senaryo yarattıktan hemen sonra. Delirmenin eşiğindeyken, onu sarhoş arkadaşının arabasında dehşet içinde bağırırken hayal edip, aklında masumluğu tastikledikten hemen sonra. Tam olarak böyle yaparız değil mi? Sevdiğimiz, önemsediğimiz birinin bizim doğrularımıza uymayacak bir şey yapabileceği fikri aklımızın ucundan bile geçmez.  Zira biz doğru düzgün karakterlere sahip olmasak bile sevdiklerimiz daima mükemmeldir, öyle olmak zorundalardır.
Belki klişelerin en eskisi ve en gerçeği ama ortada şöyle bir durum var. Dünya acımasız bir yer ve bizler acıyla baş etmeyi değişik yollardan öğreniyoruz. Bir kere de değil üstelik, binlerce kez. Tam anlamıyla öğrenene dek kırıyor bizi. Eğer becerebilirsek acıları kabullenip onlarla yaşamaya başlıyoruz, kabullenemiyorsak önümüze iki seçenek çıkıyor. Yok saymak/ Kaçmak ya da intihar. Camus bunun üzerine uzun uzun konuşmuş fakat ben konuyla alakası olan kısmı almak istiyorum. İnsanlara kendimizce değerler atfedip, sonra işler istediğimiz gibi gitmediğinde yerlere kapanmamızla ilgili olan kısım. Kendimizi doğru dürüst bilmiyorken, başkalarını çok iyi bildiğimizle ilgili olan kısmı da diyebiliriz, siz nasıl isterseniz.

” Öyle ya, kim ve ne hakkında “Bunu biliyorum!” diyebilirim ki? İçimdeki bu yüreği duyabiliyorum, var olduğu yargısına varıyorum. Bu dünyaya dokunabiliyorum, onun da var olduğu yargısına varıyorum. Tüm bilgim burada duruyor, gerisi kurmaca. Çünkü varlığından kuşku duymadığım bu “ben”i kavramaya çalıştım mı, onu tanımlamaya, özetlemeye çalıştım mı parmaklarım arasından akıp giden bir su oluveriyor. Bürünebildiği tüm yüzleri bir bir çizebilirim, ona verilmiş olan her şeyi, bu eğitimi, bu kökeni, bu ateşliliği ya da bu susmaları, bu büyüklüğü ya da düşüklüğü de bir bir çizebilirim. Ama bu yüzlerin toplamı yapılmaz. Benim olan bu yürek bile hep tanımlanamaz kalacak benim için. Varoluşum konusunda vardığım bu kesinlikle, bu güven vermeye çalıştığım öz arasındaki çukur hiçbir zaman dolmayacak. Kendi kendime yabancı kalacağım hep.”*

Değer atfetme hakkında binlerce cümle kurulabilir, biz duygusal ilişkiler açısından bakalım. Hayatımızı böyle yaşamıyor muyuz? Daha kendimizi bile tanımıyorken başkalarını çok iyi tanıdığımızı iddia ediyoruz. Biri hayatımıza giriyor ve biz, onu tabiri caizse sıfırlıyoruz, begendiğimiz bedenlere, hayalimizdeki ruhları koyup; aşk sanıyoruz belki de.* Gördüğümüz, sevdiğimiz, dokunduğumuz şeyin gerçekliğinin bizim zihnimizdeki haliyle bir alakası yok. Hayal kırıklığı buradan doğuyor. “Asla yapmaz, kesinlikle söylemez, herkesten beklerim ama ondan asla” cümleleri ve “Sadece beni” umudundan.

Kendimizi gerçekliğin içinde yaşıyor sanıyorken, bir tiyatro perdesinin önünde buluyoruz. Rolümüzü, kendimiz için özenle ölçüp biçtiğimiz hayatları tüketiyoruz. Gerçekliğe döndüğümüzdeyse hayat en acımasız haliyle bizi bekliyor oluyor, gerçeklerin zihnimizdekilerle benzerliği bile yok. Hata yapmayacağından en emin olduğumuz bile hata yapabilir, sana özel sandığın aşk daha önce tüketilmiş  olabilir. Hiçbir cümlenin sırf senin için söylenmediği gerçeğini selamlayabilirsin. .Eros’un oku o anda, içine çektiğin o sert nefesle daha derine girer.  Daha derin bir yara açılır insanın içinde, her şey geçer de insan bir tek kırıldığı yeri hatırlar.

Kimbilir belki hatırlanmaktır aşkın tek umursadığı, kim tarafından olduğu bile önemli değil. Birinin onu hatırlaması ve acıyı çekmesi. Belki de aşk dediğimiz şey bu kadar bencildir ya da biz baştan beri yanılmışızdır. Yaşadığımız şeyi aşk sanmış, üstüne şiirler yazmışızdır. Aşkın deper atfetmekle hiçbir ilgisi olmayabilir, gerçek aşk olduğu gibi sevmek olabilir. Kim bilebilir?

Shadow ve Laura, Laura öldükten ve çeşitli olaylar yüzünden yeniden dirildikten sonra ilk kez biz otel odasında karşılaşıyorlar. Nedense dizinin onca güzel sahnesi içinde hatrımda kalan en net sahnelerden biri bu. Shadow’un, Laura’ya bakışı. O bakışın içindeki hisler. Size de oldu mu? Birini sevdiniz ve o gitse hatta sizi kimsenin incitemeyeceği kadar incitse bile bir tarafınızın onu sonsuza kadar sevmeye devam edeceğini hissettiniz mi? Dünyanın en kötü insanı olsa da ya da kalbi bu dünyada kırılacak kadar güzel olsa da. Sebepsizce, sadece o olduğu için, belki güzel gülümsediği ya da yanında olmanız gereken yerde hissettiğiniz için.

Böyle severken en hassas yerinizden yaralandığınızı düşünün, o çok sevdiğinizin sevginizin kar beyaz örtüsüne kocaman bir leke bulaştırdığını. Örtüyü atar mısınız, birbirimizi kandırmayalım. Rafa kaldırsak hatta kırk kat kirlinin altına koysak bile o örtü orada kalır.

Ah, ne kötü şey. Güvenin kırılması, kalbin yaralanması ama inatla sevmeye devam etmesi. Belki de Camus’un anlatmaya çalıştığı tam olarak budur, acılara rağmen sapasağlam kalabilmek. Onları umursamamak, bize zarar vermesine izin vermemek. Kalbimiz tek başına bunu başarabiliyor olabilir mi? Mevzu bahis aşk olduğunda çoğu şey saçma değil midir zaten?
Shadow’un bakışında bunlar vardı. Ne olursa olsun kaldırıp atamadığı o örtü, dünya tersine dönse de bir yanının o kadını sevmeye devam edeceğinin bilinci. O bakışta her şeyden çok acı vardı. Yakın zamanda aklındaki mükemmelliğini kaybetmiş olan kadın tam karşısında dururken, kendiyle ve duygularıyla olan savaşı. Daha birkaç gün öncesinde onun telefonunda başka bir adamın – en yakın arkadaşının- penisinin fotoğrafını görmüş ve cinsel içerikli mesajlarını okumuşken, kırılan duygularını bile henüz halının altına süpürememişken. Ne garip çelişkidir değil mi? Birinden hem tiksinip, hem de ona delice aşık olmak. Aşk böyle bir şey olsa gerek, kırbacını size binlerce kez indiriyor ama siz ısrarla onun gözlerine bakmaya çalışıyorsunuz. Kanasanız bile. Acıyı kabullenmek, ona meydan okumak diyebilir miyiz buna?

Laura’ya gelirsek; O, eskiden ne hissettiğini tam olarak bilemediğini gösteriyor bizlere birkaç kez. “Seviyordum- seviyorum” gibi gel-gitleri biçok kez duysak da hiçbir zaman karakterden aşk hissini alamıyoruz. Dirilmiş ve artık aşık olduğunu söyleyen Laura’nın bambaşka bir derdi varmış gibi geliyor hep. Emin olamıyorsunuz, dünyayı bilememek gibi bir şey bu. Bir kez olsun “işte bu açık”** diyebileceğimiz hiçbir şey yok aşka dair. Laura’nın aşkı ise çok daha karmaşık, ne izleyici ne de kendi Shadow’un peşinden gitmesinin altında yatan gerçek sebebi ya da onun ruhundaki karmaşayı anlayamıyor gibi gözüküyor. Sahi nedir, reddedilişin insanı perçinlemesinin sebebi? Sevginin değeri geç anlamak mı yoksa bir tür hazımsızlık mı?

 

Aşk hiçbir zaman kartlarını açık oynamıyor. Bundandır Shadow tüm olanlara rağmen acı çekebiliyor, karısının eski yüzüğünü ona bırakabiliyor ve takmadığını gördüğünde hüzünlenebiliyor. Laura aldattığı ve aslında hiçbir zaman aşık olmadığı kocasına bir anda aşık olabiliyor ve biz bunları yadırgayamıyoruz zira hepimizin bildiği bir şey var. Söz konusu aşksa her şey mümkün.

Belki de en acısı budur, hiçbir şey bilmediğimizi görebilmemize rağmen hayal kurmaya ya da insanlara değer atfetmeye devam etmemiz. Gerçekliğin en büyük düşmanı, içimizdeki amansız romantik. Yel değirmenlerini devirmeyi aklına koymuş hayalperest.

 

 

*Yazıda A. Camus- Sisifos Söyleni ve Sheakespeare – Othello’dan alıntılar yapılmış.
Kierkegaard- Forforens Dagbog’dan faydalanılmıştır.

Kadın- Erkek ve Güç İstenci üzerine – ASOIAF| Khal Drogo

*Revize edilmiştir.

 

Game of Thrones’un ilk sezonunda Khal Drogo daha doğrusu Jason Momoa için çığlık atan kadınları hatırlıyor musunuz?

Bunun için bir çok sebep gösterebiliriz, muhtemelen beyefendinin dağları titretecek kadar “erkeksi” olması ilk sıralarda yer alır. Asıl soru şu; Neden kadınlar Khal Drogo gibi barbar -her zaman ve her koşulda şikayet ettikleri ilkel güdülere sahip bir erkek için çıldırma sınırına geldiler?

Khal Drogo savaşçı bir topluluğun lideriydi, barbardı, medeniyetin M’sini hatta medeni bölgelerde konuşulan dili bile bilmiyordu. Öğrenmeye gerek görmeyecek kadar yüksek bir egoya sahipti, o dünyanın en güçlü adamıydı ve kendi dünyasında bu doğruydu. Peki kitabı okuyanlar arasında o kadar popüler olmamışken, dizi başladığı anda neden kadınların çoğu Khal Drogo hayali kurmaya başladılar?

Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt isimli kitabında ” Kadının en çok kimden nefret ettiğini soran Zerdüşt, üzerinde önemle durulması gereken şu cümleyi dile getirir:

Demir şöyle demiş mıknatısa: En çok senden nefret ediyorum, çektiğin, ama kendine doğru  sürükleyecek  gücün  olmadığı  için.”  Kadını demir olarak düşünürsek, sadece (kendine) çeken erkekten nefret ettiğini ama kendine sürükleyen erkeği yeğlediğini söyleyebiliriz. Yani mıknatıs gibi çeken, tahakküm kuran, kendine mal eden erkekten ziyade etkileyici olan, kendi derinliğine doğru sürükleyen, gönlünü açan erkeği yeğler kadın.

Bunun üzerine tartışalım mı?  Nietzsche ya da bu yazıyı yazarak yanlış bilinenleri düzeltmek adına bir adım atan sevgili hocam Metin Becermen kullandıkları sözcüklerde haklı değiller mi? Biz kadınlar tam olarak bunu istemiyor muyuz? Khal Drogo gibi barbar bir adam için dünyanın her yerinde milyonlarca kadın bu yüzden çıldırmadı mı? Khal sadece güçlü değildi, bölümler ilerledikçe eşine yüreğini açtı. Hepimiz tam da o bölümlerde ekran karşısında eriyip gitmedik mi? Olan biten aslında tam olarak bu değil miydi? Gücünü kimsenin sorgulayamadığı bir adamın, bir kadına ruhu ona aitmiş gibi bakması.

İstediğimiz şey bu değil mi?

En özgürlükçümüzden tutun, en edilgen olanımıza kadar hepimizin içinde yatan bir durum değil mi bu? Bana mı öyle geliyor? Gücü elinde tutan erkeğin gücünü elimizde tutabileceğimiz yine M. Becermen ’in cümleleriyle “…Yani gücün arkasındaki hakiki güç olmayı… “İstiyorum”a karşı “o istiyor” da burada anlam bulur. Erkeğin “istiyorum” unu “isteyen”, ona yön veren, yönlendiren olmayı, ister kadın. Bunu da “o istiyor” diyerek, erkeği harekete geçirerek, istekli kılarak, yüreklendirerek yapar. Kadın erkeği hem harekete geçirmek hem de uysal kılmak için kırbacı kullanır…”

Ya da belki değildir, belki tüm bunlar yanlıştır. İnsan doğası hakkında kesin cümleler kurmak ne haddimize? Özellikle modern zamanlarda sürekli değişen ve bir türlü oturmayan düşünce kalıpları yüzünden hiç kimse ne istediğini söyleyemezken, kadın-erkek arasındaki denge hakkında konuşmak en azından beni zorlar. Çünkü eğer güçlüysek ya da güçlü görünmek istiyorsak; Hayatımızda baskın bir erkeğin varlığına ihtiyaç duyduğumuzu kabul etmemize izin vermeyen düşünce kalıpları var. Bu yüzden mutsuz olmayı ama güçlü hissedebilmeyi göze alanlarımız bile var. Kadının da, erkeğin de güçlü olabileceğini ve bunun kırılgan egolarımıza bir zarar vermemesi gerektiğini bir türlü öğrenemiyoruz.

Belki de hepimiz korkuyoruz. Toplum tarafından yargılanmaktan tutun, kalbimizin kırılmasına kadar birçok şeyden ama en önemlisi güçsüz gözükmekten.

Derin konular, içine bir kez girildiğinde uzun zaman çıkılamayacak kadar derinler hem de o yüzden en iyisi Khal Drogo’ya geri dönelim. Karakter çok sevildi, bunda karakteri canlandıran Jason Momoa’nın etkisini yok sayamayız, elbet. Bedenini geçelim zira o konuya değindiğimizde kadınların onu sırf bedeni için beğendiği algısını desteklemiş oluruz. Benim odaklanmak istediğim yer oyuncunun bakışları ve sesini kullanım şekli. Bir erkeğin bir kadını önemsediğini nasıl anlarsınız?

Ona hediyeler almasından ya da orada burada fotoğrafını paylaşıp altına ergen yorumları atmasından mı? – Profil fotoğrafına ikimizin fotoğrafını koy ki herkes beni çok sevdiğini bilsin. ( İt means: Öz saygım sıfır ve bana olan sevgini o küçücük fotoğraftan analayabilirim çünkü bu bana yetiyor. Derinliğim bu kadar) Ben bakışlar ve ses tonundan anlıyorum ve en çok bunlara dikkat ediyorum ki Khal Drogo’nun dizi boyunca yaptığı şey de tam olarak bu. Kendi dünyasının en güçlü adamı, eşine öyle bir bakıyor ki. İzlerken şöyle diyorsunuz; “Erkek, kadınla gurur duyuyor, onu seviyor ve ona çevredeki her şeyden daha fazla değer veriyor.”

Yazının önceki halinde oyuncunun bakışlarıyla hükmettiğinden bahsetmişim, bugün bunları yazarken bunun ne kadar doğru bir kelime olduğu konusunda çekincelerim var. Hükmetmek bir çok yere çekilebilir, o yüzden; Khal Drogo’nun bakışlarında ilkel bir güç var demeyi tercih edeceğim. Zira her fırsatta eleştirdiğim aşağılayıcı tavırla – erkek kadından üstündür, bizim eşitimiz değilsiniz– hiçbir ilgisi olmayan bir otoriteden bahsediyorum. Erkeklerin hüküm sürdüğü ve kadınların hiç önemli olmadığı topraklarda sevdiği kadın için savaş çıkartmayı göze alan bir adamın otoritesinden ve hükmeden tarafından bahsediyorum.

Anlatmaya çalıştığım şey, çağlardır kadınları ikinci sınıf varlık ve ya sadece bedenden/rahimden ibaret gören zihniyetin tamamen zıttı, sevildiğini hissetmekten bahsediyorum. Sırf rahmi olduğu için biyolojik olarak aşağı konumlandırılmaktan farklı, değeri görülen ve bilinen bir kadın gibi hissettirilmekten. Bundandır hiç yadırgamadım ben dünyanın Khal Drogo adıyla inlemesini ve oyuncunun bir anda en popüler oyuncular arasında anılmasını zira sevgili Jason Momoa ya da dizideki ismiyle Khal Drogo; güzel bakıyordu.

Dudaklarını kımıldatmadan, sadece gözleriyle konuşabiliyor. Karşısındaki kadını sevdiğini saçma sapan jestlere gerek duymadan hissettirebiliyor. Onu övmüyor, şımartmıyor, ilgisini bilinen -ve gösteriş için herkesin karşısındakinden beklediği- yollarla göstermek yerine sevginin en saf – en ilkel haliyle yansıtıyordu. Bir adamın gülümseyişinden sevgisini okuyabildiğinizi düşünün, bakışlarıyla size sarıldığını. Ağzınızdan çıkan her sözcüğü “gerçekten” dinlediğini ve sözlerinize önem verdiğini.

Erkeğin egemen görüldüğü ve pek değerli olmadığımız topraklarda, hatta dünyada birinin sizin düşüncelerinizi önemsediğini, sizin hakkınız için sizinle birlikte savaştığını. Sizi onların hakimiyet kurdukları kötülük çukurunda koruduğunu… Korunduğunuzu hissettiğinizi düşünün? Ne kadar zamandır kayıp bu his ya da ailemizden biri dışında hissedebildik mi korunduğumuzu? Ailemizde hissedebildik mi? Bakın bunun kadınlar güçlüdür konusuyla bir alakası yok. Gerçekçi olalım, kaçımız gece kulağımıza kulaklıklarımızı takıp hiç korkmadan ara sokaklarda yürüyebiliyoruz? Boş toplu taşıma araçlarına gönül rahatlığıyla binebiliyoruz? İstediğimiz gibi yaşayabiliyoruz?

Bu tamamen tahmin ama belki de bu yüzden sevilmiştir bu karakter. Dünyanın en kaba, en vahşi, en ilkel varlığı olsa da içinde yoğurulduğu kaptan çıkabildiği için. Sevgiyle bir şeylerin değişebileceğini gösterdiği için, bir kadın için dünyaya savaş açabilecek kadar aptal olduğu için. Çünkü aşk aptallıktır ve hepimiz o aptallığı bir kez olsun deneyimlemeyi hayal ederiz.