Sahnede Neler Oluyor? | Kedi Sahne Ekibi’nden Şahane bir Uyarlama : YAPRAK DÖKÜMÜ

Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden çıkan ve Türk edebiyatının nadide eserlerinden biri olan Yaprak Dökümü’nde İstanbul’un sakin semtlerinden birinde yaşayan Ali Rıza Bey ve ailesinin hikayesi anlatılır. Romanda, değişen zamana ve toplumsal normlara direnmeye çalışan Ali Rıza Bey’in ahlak anlayışının sarsılmaz çizgisi ve ailesinin her geçen gün daha çok sarsılarak dağılması ele alınır. Maddiyata inanmayan ve maddiyatın insanın hayatında önemli bir rol oynamaması gerektiğini savunan aile reisine karşılık ev ahalisi her geçen gün para ve statü hırsının pençesine takılır.

Kedi Sahne tarafından uyarlanan Yaprak Dökümü tiyatro oyunu, romandaki derin karakter analizlerini ve duygusal derinliği sahneye taşırken, olay akışını neredeyse hiç bozmadan ele almalarıyla 2000’li yılların popüler dizisi olan Yaprak Dökümü’nün yeni nesil üzerinde yarattığı bilgi kirliliğini de ortadan kaldırmış oluyor.- En azından izleyenler için –
Velhasıl Kelam, Kedi Sahne’nin ekibinin usta oyuncu performanslarıyla bu uyarlamada romandaki ruhu ve atmosferi hissetmek mümkün.
Şehrinize geldiklerinde izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.

Join us on Instagram

Standartbeden_

The Wonder| “Hikayeler olmadan biz birer hiçiz”

Emma Donoghue’nin aynı isimli kitabından uyarlanan bir Netflix filmi olan The Wonder bizi Büyük Kıtlık zamanlarına, İrlanda’nın küçük bir kasabasına götürüyor.
Başrolümüz Nightingale Hemşiresi Lib Wright, kasabanın söz sahipleri tarafından 11 yaşındaki bir çocuğu izlemesi için çağrılıyor. İddialara göre  Anna O’Donnell dört aydır yemek yememesine rağmen, mucizevi bir şekilde “cennetin kutsal yiyecekleriyle beslenerek” hayatta kalan 11 yaşındaki bir kız çocuğu, halkın isteği ise çocuğun hiçbir şey yemeden hayatta kaldığının kasaba halkı dışında biri tarafından görülüp onaylanması.
Hikaye Lib Wright’ın nöbetine başlamasıyla başlıyor. Lib, din ile çevrelenmiş, hurafelerle kandırılmış bir çocuk olan Anna’nın dingin sessizliğinin, kendisinden çok daha büyük bir dehşeti örttüğünü geç de olsa farkediyor. Kötülük, yaşananlara kutsiyet atfedilerek örtülmeye çalışılırken, Anna’yı bir azizeymişçesine ziyaret edip, ona tapınanlardan hiçbiri görmek için bakmıyor. Gördükleri şey 11 yaşındaki bir çocuk değil, kasabalarına ün kazandıracak yeni bir hazine.

Anna bir obje. Ait olduğu yerde sessizce beklediği, söylenilenleri yaptığı sürece kimsenin dikkat etmediği bir eşya fakat bu bir film, biri dikkat edecek. Yürüyüp geçmeyecek, “Başkaları yardım eder” diyerek üç maymunun her birini tek bedende yaşatmaya çalışmayacak. Filmlerin içimizdeki umudu beslemesi bu yönlerden güzel, zira Anna yan evimizde olsaydı, bir avuç yobaz tarafından açlığa zorlansaydı sesimizi çıkartmazdık. Çıkartamazdık. Görmez, duymaz, konu hakkında asla konuşmazdık zira gerçeklikte işler böyle yürüyor. Cinayetler sadece silahı tutan tarafından işlenmiyor, biliyorsunuz. Şiddet belirtilerini görüp susanlar da tetiği çeken kadar suçlu, eh günümüz dünyasını düşünürsek ölen kişi çok zengin / önemli değilse söylediklerimin pek bir anlamı yok aslına bakarsanız fakat bu bile gerçekleri değiştiremiyor. Artık bir önemi olmasa da hakikat var olmaya devam ediyor. Günümüz dünyasında Hobbes her geçen saniye daha da haklı çıkıyor; İnsan, insanın kurdu ve biz, ne kadar yüksek sesle bağırırsak bağıralım, kendi düzenlerinde dönen çarkların sesini bastıramıyoruz.

Çünkü, bu bir film değil.

Size Anna O’Donnel’ın hikayesini anlatamam, anlatırsam izleyecek bir şeyiniz kalmaz fakat size evi onun için bir tür kafese dönmüş bir kız çocuğundan bahsedebilirim. Uzun, çok uzun süren sessizliğini; kendini dış dünyadan korumak için ördüğü kalın duvarlarını çığlık çığlığa haykırışlarla yıkan, cümlelerinin her birinin tenime saplanıp bende izler bıraktığı bir kız çocuğu ile tanışmıştım.. İsmini veremem, hikayesini anlatamam fakat ona bakmadığımı, onu gördüğümü söyleyebilirim. Boşluğun ucunda sallanırken onu tuttuğumu da, çünkü içindeki boşluk çok uzun süre beni yaraladı. Onu gördüm, onu dinledim ama bu bir film değil.

Ben Lib Wright değilim. “Kendimi kirli hissediyorum” cümlesini onun zihninden belki silebildim, belki dünyaya bakışında bir şeyleri değiştirebildim ama gerçek dünyada kimse, hiç kimse evi, en güvende olması gereken yerdeyken kişisel cehennemini yaşayan bir çocuğu tamamen kurtaramıyor. O evler, o insanlar var olmaya devam ediyorlar, onları silemiyor, arkamızda bırakıp yepyeni bir hayata başlayamıyoruz. Yaraları en derinimize kadar işlemiş oluyor.

İşte bu yüzden, Anna O’Donnel’ın hikayesi iyi ki bir film.

Halk Anna O’Donnel’ı bir kutsiyet figürü yapmaya çalışarak ona işkence etti. Çünkü filmlerde bile patriyarka kendini belli eder, etmek zorundadır. Erkekler otururken Hemşire ve Rahibe karşılarında ayakta durmak zorundadır, Bayan O’Donnel gözyaşları içine aksa da kızına işkence edilmesine sessiz kalmalıdır, kurban konumundayken Anna O’Donnel ruhunu temizlemek için oruç tutup, günde 33 kez dua etmek zorundadır.

Çünkü düzen böyle.

Filmlerde ve hayatta.

Düzen böyle.

Fakat bu bir film, kısacık bir an kurtulunabileceğine inanıyoruz.

Ağustos Böceği ve Karınca | Sınav, Kaygı ve Aile Üzerine


05 Haziran 2022
Ağustos böceği ve karıncayı hepimize anlattılar fakat şu soruyu asla cevaplamadılar, karınca iyi bir yaşam sürmek adına feda ettiği hayatı için hiç pişman oldu mu? Hiç mi mola vermedi? Ağustos böceğinin şarkılarına hiç mi eşlik etmedi?


“Eğer iyi bir lise kazanamazsam, babam beni okutmayacak.”

LGS bugün yapıldı, YKS için sayılı gün kaldı. Mesleğim gereği çocuklar ve yeni yetişkinlerle uzun vakitler geçiriyor, çoğunlukla onları dinliyorum. Her gün unutmak istediğim fakat zihnimin içindeki yerini geçen her saniye daha da sağlamlaştıran kötülükler duyuyorum.

“Annem bana “Zaten senden hiçbir şey olmaz.” diyor, “Sizce gerçekten benden hiçbir şey olmaz mı? “

Tepkisiz kalmam gerekiyor. Bir kaya gibi sağlam, güvenilir, dinleyen fakat asla yargılamayan fakat bazen… bazen bedenimi kaplayan titremeyi, derinden gelen o sessiz öfkeyi bastıramıyorum. Gencecik bir çocuk karşımda oturmuş, beklenti dolu gözleriyle benden bir cevap beklerken; en yakınının incittiği yeri sarıp sarmalamamı tüm yüreğiyle isterken onu incitenlere olan öfkemi susturamıyorum. Bu benim profesyonelliğime gölge düşürür mü? Açıkçası buna, tüm bunlara alışırsam insanlığıma sürülecek kara beni daha çok korkutuyor. Çocukların umutsuzluklarını, çalışsalar, iyi yerleri kazansalar dahi günümüz şartlarında okudukları okulun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyledikleri yakınmaları dinliyor, onları içine düştükleri umutsuzluktan kurtarmaya çalışırken kendi umutsuzluğumu sandığa kilitliyorum.

Binbir umut, sonsuz bir mutlulukla dünyaya gelen çocuklarımızı neden bir tür yarış arabasına, aldığımız en parlak oyuncağa çeviriyoruz? Karınca sorusunun bilinmezliği gibi, bu da benim için bir tür gizem, belki anne olmadığımdandır .- fakat yine tüm bunlar – o çocuklara karşı anne şefkati hissedemediğim anlamına gelmiyor. Dış kapının dış mandalı, hayatlarındaki dönemlik dinleyici, birkaç sezonluk yol gösterici olan ben bile içim titreyerek onlara yaklaşıyorken ebeveynler nasıl oluyor da çocuklarının sınavın yükü altında her geçen gün daha da ezildiğini göremiyorlar, anlayamıyorum.

“Kazanmak zorundayım, kazanamazsam ailemin yüzüne nasıl bakarım?”

Çocukları yıllar boyunca okul kazanımlarını ölçecek bir sınava hazırlıyor fakat hazırlık kurslarında onları “sayısal” yeteneklerine göre değerlendiriyor, sayısal zekası düşükse dikkate dahi almıyoruz. Bir çocuk sayılar yerine kelimelerle uğraşmayı seviyorsa tembel, ritmik ve kinestetik zekaya sahip ise düpedüz akılsız olarak adlandırılıyorlar. İyi eğitimden, fırsat eşitliğinden bahsederken söylediklerimizin sadece maddi olgularla sınırlı olduğunun farkında mıyız?

Hiç sanmıyorum.

Sayısal Zeka dışında herhangi bir zeka türüne gereken önemin verildiğini de düşünmüyorum açıkçası, bu öyle bir durum haline geldi ki sayısal zekası yüksek çocuklar herhangi bir konuşmanın ortasında “Biz her şeyin en iyisine layığız, fırsatların hepsine biz sahip olmalıyız.” mantığına dahi bürünebiliyorlar. – Asla hepsi değil fakat özellikle özel sektörün bu tutumu güçlendirdiğine tüm kalbimle inanıyorum. – Bunu biz yaptık. Yaz boyunca çalışan onca hayvan arasında sadece karıncayı övdük, diğerlerini görmedik ya da görmezden geldik. Emeklerini ve yaz sonunda ulaştıkları başarıyı değil, o başarının bizi nasıl göstereceğini düşündük .Emekleri üstümüzde ışıldayan yeni, güzel bir elbise mi yoksa yamalı, eski bir ceket gibi mi duracaktı?

Sayısal zeka her zaman daha çok takdir topladığından en büyük yaygarayı onların başarısı için mi kopardık? İşte karşınızda Doktor Karınca, onu bir sene boyunca ben destekledim. Ah, işte bu da Müzisyen Ağustos Böceği, yaz boyunca şarkı söylediğinden ileride çalgıcı olacak, o da iş bulabilirse.

Fakat konumuz tabii ki bu değil, eski okuyucularım varsa yazmaya uzun aralar verdikten sonra geri dönüşlerimin hep lakırdılarla dolu olduğunu bilir. Düşüncelerimi ekran üzerinde bile sıraya koymakta zorlanıyorum, zira öfkelendiğim çok şey var. Önünüze onlarca soru bırakmadan önce ne demiştim? Ah evet, karıncalar , yarış arabaları ve adaletsizlik.

Doktorluğu övdük, –Şu sıralar hepsini elimizden kaçırıyoruz fakat olsun, bu övmediğimiz anlamına gelmiyor. – mühendisiği alkışladık, eczacılık da fena değil dedik ama şu sıralar çok fazla eczane var, onlar ormanımızda eski popülerliklerini kaybettiler. – Çocukları 10 yaşlarından itibaren içlerinde kaybolacakları bir yarışa soktuk. “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusunu daima ” Benim oğlum/kızım büyüyünce doktor olacak ablası/abisi” diye kendimiz cevapladık. Yattık, kalktık, onlarla çalıştık, gencecik zihinlerini harap ederken kendimiz de harap olduk. “Geleceklerini düşündüğümüz, onlar için iyi bir gelecek istediğimiz için.”

Peki ne için?

Size işin mutfağında, en azından mutfağın oldukça yakınında biri olarak şunu söyleyeyim. Yaz boyunca çalıştırdığımız, doktor olması için yıllarca işlediğimiz karıncalarımız kış geldiğinde oldukça yorgun ve çocukluğunu hiç yaşayamamış, ileride hangi mesleği yapmak istediğini bile düşünememiş şaşkın çocuklara dönüşüyorlar. Yanyana dizilmiş bir kaç sayıyla tüm geleceklerinin belirleneceği düşüncesi, o zamana kadar hiç övülmeyen diğer – ötelenen – yanlarının gizlendiği karanlıktan baş göstermesini sağlıyor. Kaygı kollarını tüm bedenlerine sarıp onları sıkıca kucaklıyor, hayatları boyunca uğraştıkları birkaç yanyana dizilmiş sayıdan ibaret olan gelecekleri onlara bakarken çocuklar ilk defa şu soruyu soruyorlar, benim geleceğimi belirleyecek olan şey bu mu?

Sınav yükünün üstüne, aileleri hayal kırıklığına uğratma, okul/ kurs çevresinde küçük düşme korkusu ekleniyor. Bizim yaz boyunca çalışan karıncamız, kış geldiğinde emeğinin karşılığını bir şekilde alıyor fakat ben her seferinde şunu sormadan edemiyorum. Emek emek ördüğü garantili geleceğinde gerçekten mutlu mu? Yoksa kaçırdıkları için az da olsa pişman mı?

Peki ya Ağustos Böceği şarkılar söyleyen, kış baş gösterdiğinde ise karıncadan yardım isteyen keyifçi arkadaşımız, kış geldiğinde kendine karınca kadar güvenli bir ev hazırlamadığı için pişman mı? Çok çalışmaması ya da karınca gibi matematik zekası olmaması ona daha az güvenli bir gelecek mi sunuyor?

Hiç sanmıyorum. Çünkü burası orman. Orman kendi kurallarını koyuyor.

Mezarlık| Adalet Arayıp Bulamayanların Son Durağı

Gemilerde bir sorun olunca neden önce kadınları ve çocukları bir sandala bindirirler biliyor musun ? Yalnız kalan erkekler sessizlik içinde sorunları çözebilsinler diye

Mezarlık Dizisi| Savcı

Netflix Türkiye’nin en yeni dizilerinden biri olan Mezarlık, alışageldiğimiz kalıpları yıkarak Türk dizi anlayışına yeni bir soluk getirmeye hazırlanıyor, diyebiliriz ya da şöyle diyelim. O kadar uzun zamandır, soluksuz bir şekilde ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan romantik – komedilere batmıştık ki eline bir iğne alıp çevremizdeki tüm balonları teker teker patlatan bir yapım gördüğümüzde soluk alabildiğimizi hatırladık. Mezarlık, emniyet teşkilatına, patriarkaya ve onun çizdiği sınırlara, baskının boyutlarına ve zihinlerimizin/düşüncenin dönüşümüne odaklanıyor.

Söylenmeyeni, söylense ortalığı birkaç kez karıştıracak olanı belki de her şeyi değiştirebilecek şeyleri söylüyor bize. İhtiyacımız olanı veriyor, zira bu ülkede yaşayan her kadın aynı kaygıyla güdüleniyor; bir gün birinin canını sıktığımız için ölebiliriz ve işin ilginci onun canını sıkmamız için herhangi bir şey yapmamıza gerek yok. İstediği gibi giyinmemiş olabiliriz, o, bizim ona bakmamızı isterken bakmamış olabiliriz, bize aşık olmuş olabilir ve biz ona karşılık vermemiş olabiliriz.
Sadece yürüyor olabiliriz. Öldürülmek için ihtiyacımız olan tek sebep nefes almamız ve bunu doğrulamakta zorlanmam bile.

Acı olan bu.

 “Sistematik biçimde eski sevgilisinden şiddet görmesine rağmen Emniyet olarak kendisine şikayet edecek güveni veremediğimiz için özür dilerim” 

Sokakta arkalarına bakmadan yürüyebilecekleri güveni Emniyet teşkilatı olarak veremediğimiz için özür dilerim.”

Tacize tecavüze uğradıkları halde adalete inanmayıp bunu saklamak zorunda kaldıkları için özür diliyorum. Bu ülkenin tüm çocuklarından özür diliyorum, canice vahşice öldürüldükleri halde katilleri hala sokakta ellerini kollarını sallayarak dolaşabildikleri için. Kadın erkek çocuk fark etmez, haksızlığa uğrayan adalet arayan fakat bunu bulamayan tüm vatandaşlarımdan özür diliyorum.”

(Bölüm 1 – Başkomiser Önem )

Dizi alışageldiğimiz polisiyeler gibi – Arka Sokaklar? – olayın kriminal kısmıyla ilgilenip davayı/bölümü kapatmıyor. Başta da söylediğim gibi elindeki iğneyle gerçeklerin üstünü kapattığımız süslü balonların hepsini patlatıyor. Boşanmanın topluma yansımalarına – boşanmış kadının toplumdaki imajından tutun, aile baskısına, sığınma evlerinin imkanlarına ya da imkansızlıklarına, kadınların kendi içlerindeki dayanışma çabalarına kadar birçok konuyla uğraşırken sistemi de unutmuyor. Değişim için ilk başta temeli değiştirmemiz gerektiği ana karakterlerden biri olan – ki dizi hakkında söylemem gereken şeylerden biri de bu; dizide her karakter öyle güzel işlenmiş ve yerleri öyle güzel doldurulmuş ki tüm güzel yanları dışında figürasyonun bile bu denli başarılı olduğu bir Türk dizisini daha önce izlediğimi hatırlamıyorum, diyebilirim. – Hasan tarafından da sıkça dile getiriliyor.

-Ya bu nasıl olur ya? Kadına siyanürlü toprak yedirmişler! Kadının midesindeki toprakla aynı, biz hâlâ somut delil arıyoruz. Somut kanıt için madeni aramamız lazım, madeni aramak için somut delil lazım. Yumurta mı Tavuk mu?
-Çocuklar bizim bu Özel Suçlar’ın kurulduğunu nasıl anladım biliyor musunuz?
-Görev emri mi geldi abi?
-Yok, garajda yanıp sönen florasan var ya, onu değiştirmeye geldiler.
-E bozuk hâlâ.
– Ben de onu diyorum. Lambayı değiştirdiler ama hat bozuk. O yüzden çalışmıyor.


(Bölüm 4 – Hasan ve Sofia )

Sözün özü Mezarlık uzun zamandan sonra izlediğim en iyi, en cesur, en başarılı işlerden biri. Sektörün daha nicesini çıkarması, herkesin sustuğu konularda daha fazla bilinç oluşturulması dileğiyle.